Yedinci Bölüm
ORPHEUS: ÖLÜME BİR ZİYARET
Ölüm acı çekmek ya da işkence görmek gibi bir şey değildi. Ölüm, aslında koca bir hiçlikti. Varlığın bitişi ve artık yaşayanların dünyasında söz hakkı olmaktan vazgeçmenin antıydı. Herkes seve seve yapmazdı bunu. Ölüm denen anlaşmaya imza atma cesareti, ancak yaşama sevincini kaybedenlerin ve yaşamdan beklentisi kalmayanların sahip olduğu bir ayrıcalıktı. Diğerleri zorlanırdı buna. Ya kanla ya da verilen son solukla imzalanırdı ölüm denen antlaşma.
Orpheus henüz ne kanını dökmüştü o kağıda ne de verilen solukları bitmişti. O hiçliğe doğru uzanırmış gibi ilerliyordu yolunda. Yeraltı’nda sessizliğe gömülmüştü. Her adımında varlığından bir parça geride kalıyormuş gibi hissediyordu. Ateşin ve çekilen acıların olduğu katlar sona ermişti. Çığlıklar, feryatlar ve sonsuzluğa, Khaos’a edilen yeminler artık geride kalmıştı.
Yolculuk üç çift gözün karşısında, dehşetengiz bir görüntüyle sona erdi. Orpheus Yeraltı’nın kuytularını ve yakıcı alevlerini geride bırakarak buraya gelmişti ama böyle bir dehşetle karşılaşmamıştı.
“Cerberus.”
Üç başlı köpek kuyruğunu dikleştirmişti ve karşısında sanki en büyük düşmanı varmış gibi hırlıyordu. Hırıltıları varlıktan parçalar alarak hiçliğe karıştırıyor ve Orpheus’un ruhundaki canlı parçalara saldırıyordu. Bu köpek basit bir köpek değildi. Cerberus ölü olmayan her şeyin düşmanıydı.
“Seni tanımıyorum.” diyen bir ses yankılandı hiçliğin duvarlarında. Soğuk bir sesti ve Orpheus’a boğulma hissini çağrıştırmıştı. Sesi duyar duymaz sevdiği kadının kanlar içindeki görüntüsünü düşünmüştü.
“Sen de kimsin?” diye seslendi Orpheus. Ölüm korkusu sarmıştı etrafını. Arkasına dönüp koşarak varlığa geri dönmek istiyordu. Yine de Eurydice’nin gözlerindeki parıltıyı hatırlayarak olduğu yerde durdu. Boğazı kurumuştu ve kalbi artık dakikada bir atıyordu.
“Buraya gelen her ruhu tanırım.” dedi ses, yaşamın kıyısından dolaşıp gelerek. Orpheus’un zihninin içindeydi sanki, ruhunun sınırındaydı, zihninin parçasıydı. Soğuk ve korkunçtu ama olabilecek en gerçek şeydi sanki.
“İsmim Orpheus!” dedi Orpheus yüksek sesle. Cesaretini toplamaya çalışsa da ölüm korkusunun eşiğinde durmak, hiçbir ölümlü için kolay değildi.
“Thanatos.” diyerek önünde beliren şekil Cerberus’un başlarından birini okşamaya başladı. İki kol ve ayağa, bir insana benzeyen bir bedene sahip olsa da şekli anlamsızdı. Karanlıktı. Sanki orada yoktu. Havanın ve sesin ulaşmaması gereken bir yerdeydi. Karanlığın kendisi bile ondan korkardı. Tanrılar dahi ondan çekinmeli, titanlar karşısında eğilmeliydi. O, ölümün vücut bulmuş haliydi.
Orpheus yutkunmakla yetindi. Ne ağzı ne de kurumuş boğazı tek bir ses çıkarmaya cesaret edemezdi.
Cerberus sakinleşip kuyruğunu yere indirirken karşısında olmayan Thanatos’un sesi bir kez daha Orpheus’un zihninde yankılandı. Şekilsiz tanrı açık ve netti: “Seni öldürmedim. İsmimi duymadın kulaklarında.”
“Ölen birini götürmek için buradayım.”
“Peki neden buna müsaade edilsin?”
Orpheus tekrar yutkunduğunda yaptığı şeyin ne kadar da dürtüsel olduğunu fark etti. Hiçbir tanrıyı, hiçbir kuralı ya da hiçbir düzeni kabul etmeden hareket etmişti. Sadece sevdiği kadını kurtarmak istiyordu. Aldığı nefesteki tek değer buydu. Onun atan kalbi ancak Eurydice’ninki attıkça anlamını koruyordu.
Ağzını açıp cevap verecekti ki, kendi sesi yerine başka bir ses duyuldu. Mezarın başındaki altın saçlı tanrının, güneş tanrısının sesi yükseldi boşluğun ve hiçliğin ortasına doğru: “Güneşin kaderi zamansız ölenin ruhunda yatıyor.”
Sessizliğin içindeki hiçlik gibi hareket eden Thanatos yavaş adımlarla geldi Orpheus’a doğru. Hiçliğin yer değiştirmesini izlemeye benziyordu. Onun basmadığı yerler tekrar nefes alan boğulmuş adamlar gibi varlığı ciğerlerine çekiyordu. Cerberus bile olduğu yerde, saygıyla bekliyordu.
Sonsuzluk kadar uzun bir andı. “Geç, ölümlü. Kadın ikinci şansı hak ediyor mu, kral ve kraliçe karar versin.”
Cerberus itaatkar bir şekilde kenara çekildiğinde Orpheus onun kudretini tekrar anlamıştı. Yaşam ve Ölüm’ün iplerini tutan sadık bir hizmetkar gibiydi. Önünden saygıyla geçti Orpheus.
Ozan karşısındaki görüntüyü tarif edecek yetenekte olduğunu düşünmüyordu. Kalbinde yanan aşk ona güç vermiyor olsaydı, şuracıkta ruhunu teslim ederdi.
Ruhunun sahibi orada duruyordu zaten. Ruhunun varacağı yerin kralı, ölülerin tanrısı: Hades.
Anlaşılan bir tanrıyı tasvir etmenin yolu önce Hades’i tahtında görmekten geçiyordu. Tahtına bağlı binlerce zincir her yere doğru yayılıyor, dünyanın altından ve üstünden tüm ruhu kendine bağlıyordu. Orpheus içindeki zinciri o zaman fark etti. Ruhunun nasıl da Titankatili’ne bağlı olduğunu anlıyordu.
Uzun ve kara bir şekli vardı. Gözlerine soğukluk hakimdi ve koca ellerinden birini kaldırıp bir parmağıyla Orpheus’a doğru gelmesini işaret etti. Ruhu ölüme davet edilmiş gibi hisseden Orpheus yavaş yavaş emre itaat etti ve ölülerin tanrısına doğru yürüdü.
Göklerin arasındaki karanlık gecenin sesi kulaklarında yankılanır gibi hissetti. Soğuk ve gürdü. Gökyüzü kadar cesur, denizler kadar kasvetli ve yeraltı kadar ölümcüldü. Tahtın arkasındaki koca zincirleri o zaman fark etti. En büyük ve en güçlü zincirler oradaydı. Titanların zincirleri.
“Söyle güneşin ozanı, neden buradasın?”
Sesini bulabilmesini Hades’in lütfetmesine borçluydu.
“Sevdiğim kadın benden alındı. Düğün günümüzde.” Böylelikle bir ağıta başladı. Sesi tam olması gerektiği gibi çıkıyordu: Sevdiği kadını kaybeden bir adam gibi. Sesi karanlığın arasında kayan bir gölge gibiydi. Yeni açmış çiçekleri, yeni doğmuş bebekler gibi ağlatabilir; varlığından keder silinmiş bir adama yas ismini verebilirdi. Tüm Yeraltı nefes almaya dahi cüret etmez şekilde dinlemeye devam etti. En cani ruhlar, katiller, hırsızlar bile ağlıyordu.
“Ruhları ağlatan adam.” dedi Hades, ağıt bittiğinde ve her yere sessizlik çöktüğünde. “Seninle bir anlaşma yapalım öyleyse.”
“Nedir?” diye sordu Orpheus, sesi baharın doğuşuyla gelen arıların vızıltısı gibi canlandı. Soluk gökkuşakları yağmurun altında renklerine kavuşurken, güneş tekrar umutla aydınlandı.
“Eurydice’i seninle birlikte göndereceğiz. Eğer arkana bir kez bile bakmadan Yeraltı’ndan çıkmayı başarabilirsen onun ruhu serbest kalacak ve tekrar bir beden bulacak. Eğer ki başaramazsan… Ruhu artık burada kalacak.”
“Onu görebilir miyim?”
“Hayır.” Sesi günü kesen geceyarısı gibi keskindi. “Sözüme güvenmek zorundasın.”
Haşmetli bir selamın ardından arkasına dönen Orpheus, bir kadınla göz göze geldi. Tam dibinde. Kendinden bir metre bile uzakta olmayan bir kadın. Meraklı, büyük gözlerle ona bakıyor ve elinde altından bir nar tutuyordu. Şekli baharda düşen polenler gibi güzel ve renkli, varlığı kışın bitişinin habercisi gibiydi.
“Lütfen arkana bakma.” diye fısıldadı. Orpheus’un Eurydice’den sonra duyduğu en güzel ses ondaydı. Dik dik bakan gözlerine bakmamaya çalışan Orpheus bir an papatyaların arasında bir arkadaşıyla konuşuyormuş hissine kapıldı.
“Bu nar sana yol gösterecek. Eurydice’yi öldüren Hera’ydı. Onu Zeus’tan korumaya çalıştı bir nevi.” Utangaç bir gülümsemeyle baktı kadın. “Ben de kötü gözlerden korumak niyetindeyim. O benim buradaki tatlı çiçeğim. Eğer yeryüzüne götürürsen onu, bu narı sakın yanından ayırma.”
Bir anda güneş gibi gülümsedi ve tahta doğru yürümeye başladı. Her adımda kutsal ruhundaki bahar Yeraltı’nın ölü küllerine bulaşıyordu.
Bu Yeraltı’nın kraliçesi Persephone’den başkası değildi.
“Artık gidebilirsin. Kapıdan çıktıktan sonra arkana bakmayacaksın.”
Orpheus son nefesini tutarak dışarı çıktı ve ilk aldığı soluk umutla oldu. Yürümeye başladı böylece. Umutla dolduğu bir yolda son bir yürüyüşe. Ruhundaki parçaları toplamaya çalıştığı son adımlara. Eğer yapabilirse denize kavuşmuş bir çöl gibi olacak, en sonunda dolunaya dönüşmüş bir hilal gibi parlayacaktı.
Arkana bakma Orpheus. Arkana bakma.
Sürekli kafasında bu seslerle yürümeye devam etti. Karanlığın, alevlerin ve kürekçinin korkunç gözleriyle beraber akan nehrin korkusuyla birlikte, bu sefer yol daha uzun hissettirmişti.
Güneşin Ozanı son mağaraya girdiğinde ve çok uzaklardan ince bir parıltıyı fark ettiğinde hayat dolu bir soluk alarak ilerlemeye başladı. Artık parçalar içindeki ruhunun son yapabileceği şeylerden biri buydu. Aldığı tüm nefesler artık bu an içindi. Sonrasında tekrar eskiden şarkılar söyleyen o ozana dönüşecekti.
Yeraltı’ndakileri bile ağlatan ağıtlar değil, en nemrut suratlı tanrıları bile gülümseten müzikler yapacaktı.
“Hades seni kandırıyor.” diye bir ses geldi kulağının tam dibinden. Bir fısıltı ve yok olmakta olan bir yankıdan fazlası değildi. Sesi yüksek dağların, gür ormanların arasında akan bir nehrin şırıltısına benziyordu. Kuyuya düşen küçük bir taşın çaresizliği vardı üstünde. Masum ve korku doluydu.
Böylece tanrıların aldatmacası tekrar Orpheus’u kuşattı ve yeryüzünde çalan şarkıları bir kez daha kederle zehirledi. Şüpheyle dolan Orpheus yapmaması gereken tek şeyi yaptı:
Eurydice orada mı diye bakmak için arkasına döndü.
Az ileride yeryüzü tüm alaca güzelliğiyle ve karmaşık büyüleyiciliğiyle beklerken kuşları ve ormanları yasa boğan bir çığlık duyuldu. Güneşin altın parıltısı yavaş yavaş kayboluyordu. Orman, gün vakti karanlığa boğuluyor, gündüz kelimesi anlamındaki derinliği ve ismin kendisini kaybediyordu.
Çığlık yankılandı tüm yeryüzünde ve Olympos’ta! Tanrılar aşağı baktıklarında Yeraltı’nın girişinde diz çökmüş ve ruhsuz bir adam gördüler. Artık yüreğindeki tınıyı kaybetmiş bir ozan.
Gecenin ozanı.
Hera onu kandırmış, Hades’in sözünden şüphe etmesini sağlamıştı.
Gün tamamen kararırken Orpheus gökyüzüne doğru kaldırdı başını. “Güneş nerede?”
Tüm Yeraltı ve Olympos da aynı soruyu sordu, kalbi kırık ozanla birlikte: “Güneş nerede?”
Güneş, yeryüzüne gelmişti. Kalbi kırık ozanı gördü ve gecenin artık onun kaderi olduğunu anladı. Güneşin gözyaşları toprağa alev gibi düşerken yenilmiş Titanlar bile nefeslerini tutmuşlardı. İki ruh yaşamda, birbirinden sonsuza dek ayrılmıştı.
“Gecenin lanetini kıramadık.” Gözyaşları en çok kendini yakıyordu. Işığının parıltısı gözyaşlarıyla lekeleniyordu.
“Tüm tanrıların düzenine lanet olsun!” dedi Orpheus.
“Son sözlerin bu mu?” Güneş bu sefer acımasız bir sesle sorsa da döktüğü gözyaşları artık lav nehirlerine evriliyordu. Sesi boğazını tahriş ederken yanardağlar gibi öfke ve keder kusuyordu.
Başaramamıştı.
Mağrur bir bakışla ölümü selamlayan Orpheus, güneşin yakıcı kanatlarının ardından derin bir soğukluk hissetti ve gözlerinin önünde Thanatos’un onu çağırdığını gördü. Etrafını karanlık kaplıyor ve soğuk rüzgarlar kaderini sarıyordu. O zaman Thanatos’un yanında bir zamanlar babasının söylediği ezgiyi tekrar eden annesini gördü ve ölümün sessiz ağıtında yankılanan kederle bir zamanlar olduğu çocuğu hatırladı.
Zamanında tanrıların kendisinden böldüğü yarısını arayan adam.
Diğer yarısını Ölüm’de aramaya gitti.
SON
Yazarlar: Orpheus bölümleri – Mehmet Onur Kart
Eurydice bölümleri: Yağmur Sevinç
***
Diğer öykülerimiz için buraya tıklayabilirsiniz.