Altıncı Bölüm
EURYDICE: LANET VE KEHANET
Ateşlerin öfkeli kızılı içinde yavaşça ilerleyen Eurydice’nin nefesleri titrek ve düzensizdi. En son ne zaman bu kadar korkmuştu hatırlamıyordu- Ölmüştü, tek başınaydı, yolunu kaybetmişti, önünü bile göremiyordu, ölmüştü, ölmüştü. Nereye gitmeliydi? Ne yapmalıydı? Gözyaşları, görüşünü buğularken ileriye doğru hızlı adımlar attı yalnızca.
Henüz birkaç adım atmıştı ki köpek havlamasını bir kez daha işitti. Bu defa çok daha yakından geliyordu, ilerideki karanlığın kalbinden geliyordu sanki. Eurydice adımlarını yavaşlatsa da durmadı. Ruhunun öbür yarısına duyduğu özlemdi onu ileriye götüren. Sanki ölüm kokan bu yolun sonunda sonsuz mutluluk vardı. Sanki sonunu bilmediği bu yolculuk, ona mutlak aydınlığı vaat ediyordu.
Önüne bir nehir çıkana kadar yürüdü. İçinden bir ses ona önünde durduğu nehrin, annesinin anlattığı hikâyelerden duyduğu Styx nehri olduğunu söylüyordu. Ona öldüğünü hatırlatan Styx nehri. Ona, kalbinin ait olduğu adamdan sonsuza dek ayrıldığını haykırarak söyleyen Styx nehri.
Nehrin ortasında, küçük bir kayığın içinde, karanlık peleriniyle oturan bir adam gördü. Adamın gözleri yerine parıldayan bir çift alev de olsa, Eurydice’ye davetkâr bir şekilde bakıyordu sanki. Onu yanına çağırıyor, onu doğru yola çekiyordu. Eurydice, sanki onu korkutmak istemiyormuş gibi yavaşça yürüdü onun yanına.
“Senin adın Charon.”
Alev gözlü adam, onu onaylamak ister gibi, belli belirsiz başını salladı. Bu hareket o kadar yavaş ve yumuşaktı ki Eurydice bir anlığına yanlış gördüğünü sandı. İşte şimdi ikisi de Styx nehrinin üzerindeydi, şimdi Eurydice öbür tarafa geçiyordu. Styx nehrini geçiyordu! Sonsuza dek beraber olma sözü verdiği sevgilisinden bir adım daha uzaktaydı artık.
Sonunda varacağı yere gelip kayıktan indiğinde Charon’a veda edermiş gibi baktı. Bir anlığına, bu koskoca karanlık içinde yalnız olmadığını düşünmüştü. Yolculuğuna eşlik eden birisi var gibiydi sanki. Ah Eurydice, ne kadar saftı!
Kendisinden önceki ölülerin çığlıklarıyla harlanan alevlerin arasından geçerken Eurydice’nin kalbi de yanıp tutuşuyordu. Alevler kaybolana kadar ilerledi. Karanlığın arasından üç çift parlak göz belirene kadar ilerledi. Önündeki yaratığın ne olduğunu anladığı vakit, artık son durağa geldiğini de anlamıştı.
“Cerberus.”
Üç başlı, devasa köpeğin dikkatini, ismini söyleyerek bir anlığına çekmeyi başardı. Köpek korkunçtu korkunç olmasına ama hırlamadığını, hatta ses çıkarmadığını fark etti Eurydice. Sanki usul usul bekliyordu ölülerin kapıdan geçmesini. Yaşarken hayal ettiği gibi dehşet saçan bir yaratık değildi bu. Kapıdan geçerken gözlerini, önündeki üç çift gözden ayırmadı.
Burası bambaşka bir dünyaydı. Kapının dışındaki ölüm kokusu, kapıdan geçtiğinde yerini baharın tatlı kokusuna bırakıyordu. Burada alevler yoktu, çığlıklar yoktu, yalnızca sessizlik ve çiçekler vardı. Aklını asla terk etmeyen tatlı sevgilisi geldi aklına. Çok değil, biraz önce şu tatlı bahar kokusunun ve rengarenk çiçeklerin içinde onunla hayatını birleştirmeye söz vermişti.