O kadar Tolkien ve fantastik edebiyat konuştuk, biraz da bilim-kurgunun sırası geldi diye düşünüyorum. Bilim-kurgu denince akla elbet pek çok seri geliyor. Yakın zamanda da filmi çıkacağından ötürü Dune bu sıralar en çok akla gelen bilim-kurgu eserlerden. Benim de bayılarak okuduğum bir seriydi. Tolkien fantastik edebiyat için neyse Dune da bilim-kurgu için odur derler, kim demiş bilmiyorum ama güzel söz. Frank Herbert’ın yazdığı bu seriden biraz bahsetmek ve üzerine konuşmak niyetindeyim. Bu yazıda Dune neleri başardı? Neleri harika yaptı? Peygamber diyebileceğimiz karakterlerle, güçlü krallarla nasıl bir bağ kurmamızı sağladı. Bunları konuşacağız. Benimle Arrakis’e doğru bir yolculuğa var mısınız? Merak etmeyin spoiler vermeden önce uyaracağım.
Bu seri alışıldık bilim-kurgu serileri gibi gezegenden gezegene büyük gemilerle giderek lazer toplarıyla ateş edilen bir seri değil. Serinin tek bir odağı var desek çok da yanlış olmaz: Dune gezegeni. Dune, İngilizce çöl demek. Seride de Arrakis adlı bir gezegenin “takma ismi” olarak hizmet görüyor. İsmin ima ettiği gibi gezegen tamamen çölle kaplı. Aslına bakacak olursanız Dune’da hiçbir şey yok. Kumla kaplı, kocaman solucanların çöle adım attırmadığı, fırtınaları ölümcül bir gezegen.
Peki neden bu gezegen bu kadar önemli? Serinin kilit noktalarından biri burada: Melanj adı verilen bir baharat yetişiyor. Bu baharat insan ömrünü uzatıyor ve geleceği görmeyi sağlıyor. Geleceği görmek konusu epey önemli ve bu baharatla bağlantılı olarak gelen gelecek görüleri zaten seride büyükçe bir yer kaplıyor.
Başka gezegenlere gidip büyük savaşlar çevirme olayları yok dedik ama başka gezegenler elbette var. Bilinen evreni bir imparatorluk kontrol ediyor ve bilinen gezegenlerin başlarında soylu aileler var, bu aileler imparatora hesap veriyorlar. Başkarakterimiz Paul Atreides, Caladan denen epey sulak bir gezegeni yöneten Dük Leto Atreides’in oğlu. Leto Atreides karizmatik bir adam ve diğer soylular arasında sevgi ve saygı görüyor. Ayrıca nesillerdir devam eden bir probleme sahipler: Harkonnen Hanedanı ile olan düşmanlığa. Harkonnenlar Giedi Prime adlı bir gezegeni yönetiyorlar, Dune da onlara verilmiş bir gezegen ve en hafif tabirle kötücül insanlar. İlk kitabımızın kötü karakterleri olduklarını daha ilk bölümlerde anlıyorsunuz.
Yazarımız spoiler konusunda o kadar rahat ki dönen bütün entrikaları, Paul Atreides’in efsanevi bir lidere dönüşeceğini anlatıyor. Harkonnenların neler planladığını onların olduğu bölümlerde görmeye başlıyoruz. Paul’un nasıl biri olacağından da her bölüm başındaki evren içi kitaplardan yaptığı kısa alıntılarla bize önceden veriyor.
İlk kitabın entrikasını bunlar üzerinden anlatmak kolay: Padişah-İmparator IV. Şaddam, Dune’u Harkonnenlardan alıp Atreideslere veriyor. İmparator ve Harkonnenlar işbirliği yaparak Atreidesleri Dune’a gömmek niyetindeler. Atreidesler de bir komplo döndüğünün pekala farkındalar ancak Dune’a gitmek durumundalar.
Gezegenler arası yolculuk Lonca denen bir kuruluşun tekelinde ve kullandıkları heighliner denilen uzay mekiklerinin pilotları baharat kullanmak zorundalar. Uzay yolculuklarında olabilecek tehlikeleri önden görmelerini sağlıyor baharat.
Bene Gesserit denen bir “cadı topluluğu” da var. İnsan ırkının yükselişine ilişkin kendi amaçlarını ilerletmek için genetik deney, galaktik politik müdahale ve “din mühendisliği” kullanan ve tamamı kadınlardan oluşan casusların, rahibelerin, bilim adamlarının ve teologların oluşturduğu bir çeşit dinsel oluşum. Bu örgütün başlıca amacı: Kwisatz Haderach ismini verdikleri (okunması zor bir isim gerçekten) erkek bir Bene Gesserit’e ulaşmak. Bunun için de senelerdir uygun kişilerin çocuk yapmalarını sağlayarak o kişiye ulaşmaya çalışıyorlar.
Tahmin edin bu kişi kim? Başkarakterimiz mi?
Tam olarak değil. Normalde Paul Atreides’in annesi Jessica (kendisi bir Bene Gesserit), Dük’e bir kız çocuğu doğurmalıydı (evet, bunu kontrol edebiliyorlar) ancak Jessica Dük Leto’ya feci aşık ve onun istediği şekilde bir erkek evlat dünyaya getirdi. Doğması gereken kız çocuğu, Atreideslerin düşmanı olan Harkonnenlardan biriyle evlenecekti. Bu evlilikten seçilmiş kişi doğacak ve aynı zamanda aralarındaki düşmanlıklar sona erecekti. Maalesef öyle olmadı. Bekledikleri seçilmiş kişi bir nesil erken doğdu.
İlk kitabın temelini bunlar oluşturuyor. Kitabın başı zaten Atreideslerin Dune’a gidiş hazırlıklarıyla başlıyor. Bundan sonra anlatacaklarım serinin tamamından SPOILER içerecektir. Özellikle üç ve dördüncü kitaplar hakkında. Tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey, diyorsanız yazının devamından kaçının!
Paul Atreides gerçekten evrenin başına geçen büyük bir imparator oluyor. İlk kitabın sonunda oluyor bu olay. Zaten serinin diğer kısımlarına nazaran daha çok tutulup seviliyor ve bazen sanki sadece bu kitap varmış gibi davranıldığını fark ediyorum. Seri her ne kadar 7.kitabını görüp bir nihayete erememiş olsa da yazılan altı kitap koca bir bütün halinde.
Bu kısımlara girmeden evvel yazarın başardığı harika bir işten bahsetmek istiyorum. Arap/İslam kültürünü alıp seriye yerleştirmesinden ve bunu ne kadar harika yaptığından. Size tek tek neler olduğunu anlatmak istemiyorum. Amacım Dune’un üzerimizdeki izlenimlerinden bahsetmek ve geneli hakkında konuşmak.
Arap kültürü ve izleri günümüzde pek iyi işlenemeyen bir konu. İslam kültürüyle oldukça iç içe olduğundan hassas olarak değerlendirmek mümkün. Özellikle son yıllarda durum böyle. Yazarımız Frank Herbert ise bu kültürle yakından ilgili biri ve Dune’da koskoca ve başarılı bir alegori yapıyor. Fremen halkını yaratıyor. Fremenler Dune’un yerlileri ve önceki yönetimler tarafından bastırılmış, kabileler halinde yaşayan bir halk. Paul Atreides bunları birleştiren dini ve siyasi lider haline geliyor. Birleştirdiği Fremen kuvvetleri aynı tarihimizde Arap Fetihleri’nin başlangıcı gibi büyük bir cihada başlayarak liderleri Paul Atreides’in yeni adı olan Muad’Dib’i tüm evrene yayıyorlar. Kitapta da bu harekete cihad deniyor. Yani Herbert lafı dolandırmadan bu seferlerin dini boyutunu aktarıyor. Bunların açıkça cihad olduğunu söylüyor.
Fremenlerin kullandıkları çoğu kavram direkt Arapçadan: Siyeç, Şeyh-Hulud gibi pek çok kavram var. Bununla birlikte evrenin lideri Padişah-İmparator diye anılıyor. Paul’un ismi olan Muad’Dib, Dune’da yaşayan ve küçük Fremenlere yol gösteren bir hayvanın adı. Kabalcı çevirisindeki ilk dipnotlara göre Muad’Dib kelimesi “edep” kelimesinden türüyor ve edep veren manasına geliyor. Hatta Kabalcı çevirisinde Muad’dib’i Müeddib diye daha Türkçeleştirerek çeviriyorlar. Paul’un diğer isimlerinden biri de “Usul” mesela. Bildiğimiz usul kelimesini Herbert aynen alıp koyuyor.
Paul Atreides’in başlattığı Fremen cihadıyla, Arap Fetihleri arasında su götürmez benzerlikler var. Tüm Arapça kavramlar ve Arap kültüründeki bazı izler seriye o kadar iyi yedirilmiş ki hayranlık etmeden duramıyorsunuz. Dune ve Arap/İslam kültürü arasındaki ilişkiyi diğer yazılarımızda enine boyuna konuşacağız.
Gelelim diğer kısımlara. Bana, lise çağındayken okuduğumda yaşattığı şeylere. Büyük serilerin ille de büyük savaşlara ve karşılıklı dövüşlere kurulu olmaması gerektiğini kavramıştım Dune’la. Frank Herbert ince ince yazdığı diyaloglar bütünü ve dikkatle dokuduğu hikaye kumaşıyla çok kaliteli bir anlatı sunuyor bize. Başkarakter Paul dedik yukarıda ancak bu pek doğru değil. Yazıyı buraya kadar okuduysanız bunu zaten siz de biliyorsunuz. İlk iki kitabın başkarakteri sadece. Herbert’ın asıl hikayesi diyebileceğimiz kısım ise Dune Çocukları ve Dune Tanrı İmparatoru kitaplarında gördüğümüz Leto II Atreides.
Dune’un başarısı buralarda yatıyor. Hikayesini işlediği o geniş zaman atlamaları bile hikayenin tek bir zaman dilimine kısıtlı kalmadığını haykırıyor. Dune, size kehanetlerin arasında sıkışan, evreni yöneten çok güçlü insanların dünyasını haykırıyor. Leto II Atreides iki bin küsür yaşında koca, ölümsüz bir solucan ve siz onunla empati yapabiliyorsunuz. Dune size peygamberlerle empati yapma olanağı sağlıyor. Zamanı görebilme yeteneği olan Paul Atreides’in nasıl bu yeteneği sebebiyle iç karmaşalar yaşadığını görüyorsunuz. Değiştiremediği, bilinen evrenin en uç köşelerine yayılan bir cihad çıkarmak zorunda olduğunu anlıyorsunuz. Bunu engellemeye çalışsa da, kendi büyük kaderinin hükmünden kurtulamıyor ve aslında istemediği birine dönüşüyor: Bir peygambere.
Gelecek görüleri ve kehanetler arasında sıkışan, geleceğe bakma yeteneğine sahip insanlarla çevrili etrafımız. Bunların hepsi gerçekçi ve sizin için olağan geliyor. Sanki Arrakis’in yönetilişine yıllardır tanıklık ediyor, Bene Gesserit cadılarıyla her akşam yemeğinden sonra ağız dalaşıyla karışık felsefi bir sohbet ediyorsunuz.
Bu gerçekçilik hissi özellikle evrenin kuruluşuyla alakalı temellerde hissediliyor. Susuz kalma hissini o kadar iyi yaratıyor ki, kitabı okurken kalkıp sık sık su içmiştim. Suyun değeri konusunda hissettirdikleri de benzerdi. Muslukları kontrol edip su ziyan etmemeye ekstra bir önem gösteriyordum Dune okurken. Bu hissiyat aynı zamanda evrene yayılmış durumda. Paul gözlerini kaybedince çöle gitmesini normal karşılıyorsunuz. Kendini tanrıya dönüştürmüş ve evrene binlerce sene hakimiyet kurmuş Leto II bir kadına aşık oldu da kavuşamadı diye üzebiliyor sizi. Chani’ye bağlanıyorsunuz ne olduğunu anlamadan.
Alia’nın hali için “On dakikada nerden nereye geldik” moduna girebiliyorsunuz. Halbuki Alia Atreides, ön-doğumla birlikte binlerce rahibe ananın bilinciyle doğmuş bilgeler bilgesi bir karakter. Oysa onun Duncan için hissettiklerini çok iyi anlayabiliyorsunuz. Kahinlerin ikilemini görüyor ve kabul ediyorsunuz. Bir şey oluyorsa evrende “evet bu böyledir” diyorsunuz, çünkü evren kendi içerdiği kurallara sadık kalıyor.
Entrikaları ve diyaloglar üzerine diyecek yok. İlk okuduğumda derinliğini pek algılayamamıştım ve bazı yerleri anlamsız geliyordu gerçekten. Bugünlerde “derin olduğu söylenen” hikayelerle ara sıra alay edilir ve “It’s too deep abi” gibi şakalar yapılır hep. Bunun sebebi pek çok serinin Dune ya da benzerleri gibi derin konuları alıp eline yüzüne bulaştırmasından geliyor olduğunu düşünüyorum. Dune, İslam felsefesini ve zamanın ötesi gibi karmaşık konulara girerek bunlardan alnının akıyla çıkıyor ve yazı içinde sık sık tekrarladığım bir şeyi başarıyor bence: Peygamberlerle empati yapıyorsunuz.
Bunu biraz açalım. Dune’un başarılı bulduğum yerini asıl burada anlatmak istiyorum. Tarihi karakterleri, tarih kitaplarında yazan büyük isimleri düşünün. Paul Atreides, Alia Atreides, Leto II Atreides (ne çoksunuz yahu demişlerdi Dune Sapkınları’nda, tam öyle hissettim bunları sayarken), Leydi Jessica, Prenses Irulan… Hepsi tarihte benzerleri olan karakterler ve bize aslında olayların hiç de tarihte ya da mitlerde anlatıldığı gibi olmadığını söylüyor.
Paul Atreides aslında kendi yoluna inanmayan bir peygamberi gösteriyor bize. Din ve inanç gibi konuların nasıl kitleleri yönetmek için kullanılabileceğini çok güzel anlatıyor. İnsanların Paul’a bakış açısı ve Paul’un kendine bakış açısından bunu çok iyi anlıyorsunuz. Paul kendisine tapınmaya başlayan insanların büyük bir cihad başlatmasına engel olamıyor. En başında ailesi katledildiği için gücü tekrar eline geçirmek isteyen bir çocuktu sadece ama Dune Mesihi’nde asıl Paul’u görüyoruz ve işler çok farklı onun için.
Leto II Atreides ise yüce amaçlar ve yollar gören bir tanrı imparator. Bu rolün ve getirdiklerinin, her şeyin farkında. Altın Yol ismini verdiği şey için her şeyi yapmaya hazır: Kendi ölümüne bile. Benzerini Alia’da da yaşıyoruz. Çıkıp kalabalıklara hitap ederken yaptıkları ve söyledikleriyle bir tanrıçadan farksız olsa da iç dünyası hiç öyle değil.
Dune, din ve devlet kavramlarının başındaki insanların ikilemlerini ve bu kavramların halkın üzerindeki etkilerini harika şekilde yansıtıyor. Acaba gerçekten de dini liderler ya da imparatorlar Paul ve Leto II gibi sorunlar yaşadılar mı? Benzer ikilemlerde kaldılar mı? Kendi dinlerine, yollarına, yaptıklarına ne kadar inandılar? İnsanlara, kitlelere ne gibi yalanlar söylendi? Savaşlar ne için çıkarıldı ve ne amaca hizmet etti? Dune bu soruları güzelce soruyor ve kendi çapında yanıtlarını veriyor. Burada elbette gerçekten zamanın ilerisini ve neler olacağını görebilen insanlar ve ölümsüz dev solucana dönüşmüş, kendi atalarının zihinleriyle beraber doğmuş çocuklar var. Bu işi biraz farklı kılsa da dokunan kumaş aynı: Peygamberler ve imparatorlar. Tanrıçalar ve rahibeler. Onların ikilemini yaşıyoruz Dune’u okurken.
Dune hakkında benzer yazılarla döneceğiz. Özellikle İslami terminoloji kısmı hakkında uzun uzun diyeceklerimiz var. O zaman kadar haydi hep birlikte tekrarlayalım:
“Yueh, Yueh, Yueh!” denir nakaratta. “Bir milyon ölüm yetmez Yueh’e!”
Dune