The Batman. İki sene önceki DC FanDome etkinliğindeki ilk fragmandan beri herkesin sabırsızlıkla beklediği film. Matt Reeves bir röportajında “bu filmde Batman’in dedektif yanı ön planda olacak” dediğinden beri heyecanla beklediğim bir filmdi. Sonunda Batman’in dedektif yanını ön plana çıkaran, her karesi müthiş gözüken, ve üstüne üstlük Riddler gibi filmlerde fazla görmediğimiz bir karakteri baş kötü pozisyonuna koyan bir Batman filmine kim heyecanlanmazdı ki? Film çıktı ve çıktığı gün izledim. Ve ertesi günü de. Ve ertesi günü de. Matt Reeves modern çizgi roman filmlerinde çok nadir örneğini gördüğüm bir şekilde karakterleri ve hikayeyi modernize edip biraz daha ayağı yere basan bir dünyaya uyarlarken, çizgi romanlardaki özlerinden bir şey kaybetmeden bunu yapmayı başarmış. Bu yazıda film hakkında önce spoiler olmadan, sonra hikaye detaylarına da girerek inceleyeceğim.
Hikayeyi çok üstünkörü bir şekilde özetleyecek olursak, bu filmde kariyerinin henüz ikinci yılında olan Batman’in, Gotham’daki siyasi ve asayiş figürleri hedef alan ve onların “yalanlarını ortaya çıkarmak”la kafayı bozmuş seri katil Riddler’ı aramasını izliyoruz. Ve aramasını izliyoruz derken gerçekten aramasını izliyoruz, Riddler’ın yerini sihirli bir şekilde bulan süper bilgisayarlar ya da öğrenmek için dövmesi gereken kırk tane haydut yok. Batman ipuçlarını kovalıyor, suç mahallerini inceliyor, noktaları birleştirmeye çalışıyor…. Arkham oyunlarında bile “ekrandaki şu nesneyi tara”dan öteye gitmeyen dedektiflik kısımlarının gerçekten ön planda olduğu bir Batman hikayesi izlemek çok hoş bir deneyimdi. Filmin özellikle ilk yarısı daha yavaş tempolu ve bu dedektif kısmına daha odaklı ilerliyor. Filmin temposuna ve hikayesine bayıldım, çizgi romanlardan fırlamış bir Batman hikayesi havasını vermeyi başarıyor. Ayrıca Batman’in deneyimsizliğinin de arada göz önüne çıkması da hoşuma giden bir detay oldu. İpuçları hakkında bazen yanlış tahmin yürütüyor, dövüşürken arada birkaç darbe yiyor, sert bir düşüşten sonra topallayarak yürüyor… bu tarz anları görmek çok hoştu.
Çizgi romanlardan fırlamış atmosferi vermeye yarayan tek unsur hikaye de değil elbette. Bu film inanılmaz gözüküyor. Matt Reeves ve daha önce Dune ile Rogue One filmlerinde de çalışan görüntü yönetmeni Greig Fraser, Gotham’ın bu versiyonunu inanılmaz bir şekilde hayata geçirmiş. The Dark Knight filmindeki New York çakması düz metropolün aksine gerçekten Gotham gibi görünen ve hissettiren bir Gotham var. Wayne Malikanesi, Batcave, Iceberg Lounge gibi ikonik mekanlar set tasarımı, görüntü yönetmenliği, yönetmenlik ve ışıklandırmanın da birleşmesiyle harika bir şekilde ekrana uyarlanmışlar. Şahsen Batcave’de geçen her sahnenin çekim ve ışıklarına hayran kaldım. Filmin geri kalanına da görsel olarak aynı özen gösterilmilş, hatta ışıklandırmaya o kadar önem verilmiş ki yönetmen Matt Reeves Amerika’daki bazı sinemalara projektörün ayarıyla ilgili not göndermiş. Gerçi bizim gittiğimiz sinemalarda ışık fazla kısık geldi, bu duruma da birazcık kıl olmadım değil.
Filmin öne çıkan unsurlarından birisi de kesinlikle karakterleri. Matt Reeves, daha kariyerlerinin başlarında olan Bruce Wayne, Jim Gordon, Selina Kyle ve Riddler’ı ilk işleyen kişi değil elbette ama karakterleri bu kadar iyi bir şekilde çağdaşlaştırırken kaynaklarına bu kadar sadık bir şekilde uyarlaması başlı başına bir başarı. Filmin bir noktasında “İşte bu” dediğimi hatırlıyorum, “benim okuduğum, bildiğim karakterler bunlar”. Bu filmdeki tasvirlerde başka Batman uyarlamalarından esintiler görmek de ayrıca hoşuma giden detaylardı. Year One, Arkham Origins, Batman: Earth One gibi içerikleri filmde çokça yad ettim.
Karakterlerin bu kadar parlamasında tabii ki oyuncuların da etkisi büyük. Herkesin performansı gayet iyiydi ama Paul Dano ile Robert Pattinson gerçekten parladılar bu filmde. Paul Dano’nun sahnelerinin yarısında yüzünü görmezken bile bu kadar iyi bir performans verebilmesi ayrı bir başarı. Robert’ın oyunculuğu hakkında çok şey söylemek istiyorum ama spoiler vermeden konuya nasıl gireceğimi bilmediğimden yorumlarımı spoilerlı kısma saklayacağım. Jeffrey Wright’ın oynadığı Jim Gordon ise filmde beklediğimden daha aktif bir karakterdi ki bu benim için hoş bir sürprizdi. Gordon ve Batman’i birlikte çalışırken görmek, aralarındaki dinamiği izlemek çok güzeldi, hatta Pattinson ve Wright beyazperdede izlediğimiz en iyi Batman-Gordon dinamiğine sahiptiler diyebilirim. Karakterler hakkında tek şikayetim, Andy Serkis’in Alfred’ine çok az sahne ayrılmış olması. Keşke daha çok görseydik kendisini.
Spoilersız bir şekilde hızlıca özet geçecek olursak; The Batman çok iyi yazılmış, çekilmiş ve oynanmış bir film. Her karesinde kaynak materyale olan sevgiyi ve bu filmi olabilecek en iyi hali yapmak için giden emeği hissediyorsunuz. İzlediğim en iyi çizgi roman filmi değildi kesinlikle ama çizgi romanlara en yakın Batman filmi kesinlikle bu olmuş. Batman hayranıysanız tatmin olmama şansınız çok düşük.
SPOILER KISMINA GEÇİYORUZ, FİLMİ İZLEMEDEN BURAYA BAKMAYIN
İncelemenin önceki kısımlarında kaynak materyallerden nasıl esinlendiğinden ve harmanladığından bahsetmiştim ama filmin yaptığı bir iyi şey daha var; bazı uyarlamalardaki potansiyel sahibi fikirleri alıp onları iyileştirmek. Telltale Games’in Batman oyununda, Wayne ailesinin sandığımız gibi örnek vatandaşlar değil de köklü gangsterler olduğunu öğreniyorduk. Burada da Wayne’lerin geçmişlerindeki kirli çamaşırları dökerek Bruce’un ailesi ve tüm Batman hakkındaki motivasyonunu çalkalıyorlar, ama en sonunda babasının kötü biri olduğunu değil, sadece zayıf bir anında yanlış kararlar verdiğini öğreniyoruz. Wayne’lerin bu mükemmel insan imajını sarsmayı onları tamamen kötü biri olarak değil de hata yapabilen insanlar olarak göstererek yapmaları benim için çok daha ilgi çekici bir konsept. Bu arada, Wayne’lerin ölümünün Bruce üzerindeki etkisini herhangi bir flashback sahnesi koymadan gösterdiği için Matt Reeves’e buradan saygılarımı sunarım, gına gelmişti o inci kolye sahnesinden.
Ve gelelim benim için bu filmin en iyi, en güçlü noktasına: Bruce Wayne. Filmi izleyenlerden sıkça gördüğüm bir eleştiri, filmde yeterince Bruce Wayne görmeyişimiz hakkındaydı. Bense bu kararı çok yerinde buldum çünkü Bruce için hayatının bu noktasında Bruce Wayne diye biri yok. Acısı hala taze, hala dünyaya ve suçlulara ailesini ondan aldığı için kızgın. Travmasıyla Batman olarak, öfkesini suçlulara yönelterek başa çıkmaya çalışıyor ama tüm bu öfkenin arkasında sadece kırılmış bir insan var. Matt Reeves ve Robert Pattinson, bu evren içinde hayatının bu noktasındaki Bruce Wayne’i çok güzel anlatmışlar.
Bu film, Batman’i Bruce’un travmasıyla başa çıkma yolu olarak yansıtmış ve ben buna bayıldım. Filmin ilk iki saatine yakın bir süre boyunca sadece iki ya da üç Bruce Wayne sahnesi var ve hiçbiri Bruce’un kendi hayatıyla alakalı değil. Hepsinde Batman’le alakalı şeyler yapıyor, halk içine çıksa bile oraya sosyalleşmeye değil, sadece davayı çözmeye geldiğini ve aklının orada olduğunu Robert’ın gözlerinden anlıyoruz. Dışarıdan bir uyaran gelene kadar Bruce’un etrafındaki dünyayı değil, sadece filmin müziğini duyuyoruz, ve sanki Bruce’la beraber biz de gerçekliğe geri dönüyormuşuz gibi müzik bir anda kesiliyor ve etrafın gürültüsü son ses geri geliyor.
Filmin bir noktasında, Riddler Bruce Wayne’i hedefliyor ama ona yolladığı bombayı Alfred bulduğu için ağır yaralanıyor. Alfred’in durumu hakkında bilgi almaya gittiğinde, Bruce’un gözlerinde ilk defa o odak, o görev duygusu, o kızgınlık eksik. Gözlerinde saf duygu, hatta duygusuzluk var. Alfred hastaneye kaldırıldıktan sonra kendini Riddler’la alakalı bilgi toplamaya, Batman’e vermeye çalışıyor çünkü travmasıyla baş etmenin bildiği tek yolu bu. Ama gözlerinden de anlıyoruz ki aklı davada değil, hala endişeli, hala korkuyor. Ailesinin de yozlaşmış olduğu haberi geldikten sonra Bruce iyice çöküyor, ve Alfred’le hastanede konuşana kadar filmde Batman’i görmüyoruz bile. En sevdiğim sahnelerden birinde, Bruce Alfred’e sevdiği birini tekrar kaybetmenin onu korkuttuğunu itiraf ediyor ve ikili duygusal bir an yaşıyor. Alfred’i neredeyse kaybedecek olmanın korkusu, Bruce’a insanlığını hatırlatan şey oluyor. Ve Robert Pattinson tüm bu karakter gelişimini sadece gözleriyle vermeyi başarıyor. Bu filmdeki Bruce hakkında saatlerce konuşabilirim gerçekten, o kadar iyi yazılmış ve oynanmış ki benim için beyaz perdede gördüğümüz en iyi Batman / Bruce Wayne kendisi oldu.
Bruce’un karakter gelişimi burada da bitmiyor. Filmin başında tüm dünyaya, suçlulara, kendisine kızgın bir Batman’ken “İntikam”dan daha fazlası olması gerektiğini öğrenmesini izliyoruz ve bu filmdeki Riddler bunun için mükemmel bir antagonist olmuş. Bu evrendeki Riddler, Bruce’un kendisi gibi bir yetim, ama Bruce Wayne gibi zengin ve önemli birinin evladı olmadığı için kimse onun ve diğer çocukların yetimhanede acı çekmesini önemsemediğinden dünyaya kızgın, bağış kampanyası açıp kendilerine yardım edeceklerini söyledikten sonra yardım etmedikleri için Gotham halkına kızgın, ve kendi yöntemlerini kullanarak şehrin yalanlarını ifşa etmeye, kendisini ve başkalarını bu duruma sokanlardan intikam almaya çalışıyor. Bu filmdeki Riddler muhteşem çünkü kendisi bu filmdeki Batman’in aynası, eğer Bruce intikam ve öfkeyle kendini tüketmeye devam ederse olabileceği kişinin vücut bulmuş hali. Sorgu sahnesinde Riddler’ın Batman’e hayranlık duyduğunu, hatta kendisinin ona intikam arzusu ve odaklanmayla bir şeyleri değiştirebileceği konusunda ilham verdiğini söylediği kısımda Bruce da bunu fark ediyor, “İntikam”dan fazlası olması gerektiğini tam orada fark ediyor. Bu kadar iyi yazılmış bir karakter, Paul Dano’nun da inanılmaz performansıyla birleşince ortaya izlemesi mükemmel, her zaman üç adım önde ve her anında gerildiğimiz bir Riddler ortaya çıkıyor.
Bu filmde daha övecek çok şey var. Catwoman’ın Year One kitabıyla neredeyse birebir aynı olmasından ve Zoe Kravitz’in inanılmaz performansından, Michael Giacchino’nun her sahneyi daha da yükselten bestelerinden, Colin Farrell’ın canlandırırken çok eğlendiği aşikar olan Penguin’den, John Turturro’nun mafya babası Carmine Falcone olarak beklemediğim kadar iyi performansı ve bulunduğu çoğu sahnede adeta parlamasından, dövüş koreografilerinin ne kadar doğal gözüktüğünden bahsetmedik mesela. Bu filmin her bir yerini saatlerce övebilirmişim gibi hissediyorum, hem bir film olarak hem de bir Batman yapımı olarak her saniyesine tutku ve emek harcanmış bir film. Gerçekçilik ve çizgi romanlar arasındaki tonu ikisinden de ödün vermeden sabitleyebilen bir çizgi roman filmi daha hatırlamıyorum. İzlediğim en iyi çizgi roman filmi mi? Henüz emin değilim. İzlediğim en iyi Batman filmi mi? Kesinlikle öyle. (İkidir yazılarda sırıtmıyor demiyorum melikşah’ı özledim selam melikşah)